Psikoterapi Merkezi
İletişim : 0505 767 58 85
uzman klinik psikolog sabiha ışık 05333738123
sabihaisik@outlook.com
İçsel çatışma nedir? Ego (ben) çatışmalarımızla nasıl denge kurabilir?
11/01/2022 İçsel
çatışma nedir? Ego (ben) çatışmalarımızla nasıl denge kurabilir? Çatışmaların varlığı insanın
nevrotik olduğunu göstermez. İstek, ilgi ve fikirlerimiz hayatın bir noktasında
çevremizdekilerin istek, ilgi ve fikirleri ile çatışacaktır. Ayrıca
çevremizdekilerle aramızda bu tür uyuşmazlıkların olması ne kadar doğalsa,
içimizdeki bir takım çatışmalar yaşamamız da o kadar doğaldır. Bir hayvanın
hareketlerini belirleyen büyük ölçüde güdüleridir. Çiftleşmesi, yavrusuna ilgi
göstermesi, besin araması, tehlike karşısında savunmaya geçmesi az ya da çok
önceden belirlenmiş ve kendi özgür iradesinin dışındadır. İnsan ise bundan
farklı olarak kendisi için bir ayrıcalık olduğu ölçüde bir yük bir sorumluluk
da olan seçim yapabilme ve karar alma kapasitesine sahiptir. Bizi başka yönlere
savuran arzular arasında seçim yapmak zorunda kalabiliriz. Sözgelimi hem yalnız
kalmayı hem bir arkadaşın yanında olmayı isteyebiliriz. Tıp okumak ama aynı
zamanda müzik eğitimi almak isteyebiliriz. Veya isteklerimizle
yükümlülüklerimiz birbiri ile çatışabilir. Başı dertte olan biri bizim ilgi ve
sevgimize ihtiyaç duyarken sevgilimizle olmayı isteyebiliriz. Bir yandan
diğerleri ile uyumlu olmayı arzularken öte yandan karşıt fikirler dile
getirmemiz gerektiğine inanabiliriz. Kısacası iki değer sistemi arasında
çatışma yaşayabiliriz. Mesela savaş sırasında tehlikeli bir işi kabul etmemiz gerektiğine
inanırken öte yandan da kendimizi ailemize karşı sorumlu hissedebiliriz. Bu tür
çatışmaların biçimi, yoğunluğu ve çapı büyük ölçüde içinde yaşadığımız
medeniyet tarafından belirlenmiştir. Eğer söz konusu medeniyet istikrarlı ve gelenekler
de yerleşikse kişinin seçim şansı sınırlı ve dolayısı ile ortaya çıkabilecek
muhtemel çatışmalar da kısıtlı olacaktır. Yine de bu durumda bile çatışmanın
olmadığını söyleyemeyiz. Bir konuda gösterdiğimiz bağlılık diğeri ile çatışabilir
ya da kişisel arzular grubunun yükümlülüklerine ters düşebilir. Ama eğer içinde
yaşadığınız medeniyet aynı çelişkili değerlerin ve farklı yaşam biçimlerinin bir
arada durduğu hızlı bir geçiş evresindeyse o zaman verilmesi gereken kararların
hem sayısı artacak hem de bu kararları vermek güçleşecektir. Bu durumda kişi
toplumun beklentilerine uyabilir ya da muhalif olmayı seçebilir. Başarıya
tapınabilir ya da onu küçümseyebilir. Çocukların katı bir disiplin ile
yetiştirilmeleri gerektiğine inanabilir ya da fazla müdahale etmeden
büyümelerini hoş görebilir. Kadın ve erkek için ayrı ahlaki standartlar
olduğuna inanabilir ya da ikisi için de aynı ölçütün uygulanması gerektiğini
savunabilir. Cinselliği mahrem bir ilişki gibi görebilir ya da onu tüm duygusal
bağlarından koparabilir. Bu liste böyle sürüp gidebilir. Kuşkusuz içinde
yaşadığımız toplumda insanlar bu tür seçimleri çok sık yapmak zorunda kalıyor. Dolayısı
ile bu konularda çatışmaların oldukça yaygın olmasını bekliyoruz. Ne var ki
şaşırtıcı olan şu, çoğu insan bu çatışmaların bilincinde dahi olmadığından hali
ile net bir karar vermeleri bunların çözümlenmeleri için yeterli olmuyor. Bu
kişiler çoğunlukla kendilerini hayatın akışına bırakıp rastgele sürükleniyor.
Nerde durduklarını bilmiyor. Bilinçsizce ödünler veriyor ve farkında bile olmadan
kendileri ile çelişiyorlar. Burada kastettiğim ne ortalama ne ideal yalnızca
nevrotik olmayan sıradan insandır. Öyleyse kişinin bu çelişkilerinin bilincinde
bir seçim yapabilmesi için bazı ön koşullar gerekir. Bunlar dört tanedir. Neyi
istediğimizi hatta daha da fazlası ne hissettiğimizin farkında olmalıyız.
Birini gerçekten seviyor muyuz yoksa yalnızca öyle olması gerektiği için
sevdiğimizi mi sanıyoruz? Annemizi ya da babamızı kaybetsek gerçekten üzülür
müyüz yoksa sadece üzülmüş gibi mi yaparız? Doktorluğu ya da avukatlığı
gerçekten istiyor muyuz yoksa bunları yalnızca saygın ve kazançlı meslekler
oldukları için mi cazip buluyoruz? Çocuklarımızın bağımsız ve mutlu olmalarını
sahiden istiyor muyuz yoksa bu sadece lafta mı geçerli? Birçoğumuz için böylesi
basit soruları cevaplandırmak güçtür. Çünkü gerçekte ne istediğimizi ya da ne
hissettiğimizi bilmeyiz. Sigmund Freud ve psikoanalitik
kişilik kuramında geçen İd, Ego, Süperego kavramları bize insanların neden
böyle davrandığını açıklıyor. İnsanın içinde yaşadığı güç, arzu, kontrol ve
özgürlük savaşını anlatan kişidir. Kişiliklerimiz de bu çatışan karakterlerin
bir ürünü. Zihnimizde dönen bir oyun gibi. Biz de bu çatışan zihinsel
kuvvetlerin ve yapıların bir ürünüyüz aslında. Freud’a göre biz zihnimizde
arzular ve bilinç arasında yaşanan bir dramın aktörleriyiz. Bu dramda ise üç
tane ana karakter var: İd, Ego, Süperego. Önce en temel en primitif, en ilkel
olan ile “İd” ile başlamak gerekirse; şunu düşünün, hepimiz o anda tatmin
edilmesi gereken bir dürtü, bir arzu, bir isteğin etkisine girmişizdir. Çok
beğendiğimiz o araba, o ev veya etkilendiğimiz o kişi. O anda, ama tam da o
anda bizim olsun istemişizdir. Değil mi? İşte Freud’a göre bu önlenemez arzular
zihnimizin derinlerine işlemiş, kişiliğimizin İd adı verilen bölümünden
geliyor. İçgüdüsel ve bilinçdışı şekilde çalışan bu mekanizma tüm
ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı karşılayarak ertelemeden tatmin olmamız için bizi
tetikler. Sosyal yasaklar, ahlaki normlar, gerçek yaşam, mantıklı düşünmeden
bağımsız bir şekilde. Hiçbir şey düşünmeden. İstisnasız herkesin içinde
taşıdığı en ilkel yapıtaşlarından biri. Kendinizi, çevrenizdekileri düşünün. En
sakin, en mantıklı, en ayakları yere basan kişiyi mesela. Hiç aklınıza
gelmeyecek insanların da, evet, içlerinde bu arzu yanardağı mevcut. Çizgi
filmlerde karakterlerin omuzlarında melek ve şeytan tasvir edilir ya işte İd o
şeytan. Veya alışveriş merkezlerinde istediği oyuncak alınmadığı için kendini
yerlere atan o çocuk var ya? İd’in etkisi altında bir birey görüyorsunuz o
anda. Çok da ayıplamayın. Freud’a göre bu istekleri tetikleyen de “libido”
adını verdiği bir olgu. Bildiğimiz anlamı dışında burada daha geniş bir tanım
yapıyor Freud. Tüm içgüdüler ve hayatta kalma içgüdüsünün kolektif bir enerjisi
olarak tanımlıyor libidoyu. Ve hepimiz doğduğumuzda bu İd ile doğuyoruz.
Kodlarımıza işlenmiştir. Ne olursa olsun yetiştiğiniz kültür, çevre, sosyal
veya ahlaki normlar, kurallar ona dokunamaz. Fakat bu noktada bir şey olur. Yani
elbette herkes istediği her şeyi, istediği zaman, istediği yerde elde etmek
ister. Bu mükemmel olurdu. Fakat bu mümkün mü? Değil. Suçlusu kim? Kişisel
dramımızdaki ikinci karakterimiz Ego. Bu karakterin en temel görevi ise çok
güçlü arzularla beslenen İd ile dış dünya ya da gerçeklik dediğimiz olgu
arasındaki dengeyi korumaktır. Yani şöyle diyebilir miyiz? Ego olmasaydı her
istediğimizi elde edebilir miydik? Ego’yu boş verelim o zaman. Aslında öyle
değil. Ego her ne kadar İd ile çatışma halinde görünse de aslında İd’i bir
şekilde mutlu etmeyi de bilir. Yani şöyle düşünün. İd bir futbolcu olsun.
Elbette bu futbolcu ne bileyim Barselona’da yüz milyonlarca dolarlık bir
sözleşme yapmak istiyor olabilir. Ego ise bu futbolcunun menajeri durumunda.
Arkadaşa şimdilik bu hedefini biraz küçültüp daha küçük bir takımla yetinmesi,
yoksa hepten işsiz kalacağını hatırlatır. Daha planlı olmasını, daha uzun
vadeli düşünmesi gerektiğini. Yani o çok güçlü duyguyu dönüştürerek daha
gerçekçi ve işe yarar planlara dönüştürmemizi sağlayan bir aracıdır Ego. İşi
zor yani egonun. Yerinde durmayan, içgüdülerinin esiri birini sürekli
sakinleştirmeye çalışır. Bu da yetmiyormuş gibi bir de onun başında da bir bela
vardır. Sürekli onu izleyen, işini doğru yaptığından emin olan bir denetçi güç.
Hikayemize çok sonradan katılan ama ipleri eline alan güçlü bir karakter.
Süperego. Her şeyi yargılayan ve düzeni sağlamaya çalışan yargıç. Ego İd ile görüşme
halindeyken ve gelecek “krizleri” ve “bana ne, ben bunu istiyorum” çığlıklarını
önlemeye çalışırken süperego sert bakışları ile egonun işini iyi yaptığına emin
olmaya çalışır. Güçlü olmasını, etkili olmasını, daha iyi olmasını ister.
Vicdan da diyebiliriz aslında süperego’ya. Çok sonradan genellikle ilk olarak
anne-babanın sözleri, verdiği cezalar veya övgüleri ile gelişir ve daha sonra
daha geniş anlamda sosyal normlar ve ahlak kuralları ile şekillenir. Büyüdükçe
bu yazılı olmayan standartları içselleştitiriz. Yalan söylediğimizde kötü
hissediyorsak veya vergi kaçırdığımızda hakkını yediğimiz insanları düşünmemiz
bundan kaynaklanır. Her zaman bu kadar pozitif çıkarımları da olmayabilir.
Aslında İd açısından doğru, Ego’nun da onayladığı, bizim için mantıklı olan bir
şeyi de Süperego önleyebilir. Ki bu noktada suçluları da düşünebiliriz. Ted
Bundy gibi serii katiller mesela bu suçları nasıl işliyorlar? Süperego’ları mı
yoktu? Suçlu hissetmiyorlar mıydı? Uygun bir süperego geliştirmelerini
sağlayacak bir çevrede mi büyümemişlerdi? Yoksa daha derinlerde yatan bir sorun
mu söz konusuydu? Orasını da ayrıca konuşacağız. Ancak toplamak gerekirse
emniyet şeridine hiç düşünmeden kendini atan Ahmet’in Ego veya Süperegosu
olmayan, istediği oyuncak alımayınca kendini yere atan çocuktan bir farkı
olmadığını, İd’inin etkisinde olan, ilkel biri olduğunu, arkadaşına vurmak
isteyen Sercan’ın Ego’su sayesinde içgüdüsünü daha fazla çalışmaya
yönlendirmesini ve kendi geleceğini düşünmesini, yakalanmayacağını bile bile
kopya çekmeyen Ayşe’nin sağlıklı bir Süperego geliştirdiğini bu olayları örnek
alarak söyleyebiliriz. Yani çok karmaşık bir iç dünyaya sahip olsak da birçok
konuda neden öyle davrandığımızı açıklayan olgular bunlar ve bunları
öğrendiğimizde kendi muhasebemizi yaparak, hiçbirini yok saymadan dikkatli bir
denge kurabiliriz. Bu sayede hem mantıklı, hem arzularını yok saymadan, hem de
mutlu bir yaşam sürebiliriz.İçsel
çatışma nedir? Ego (ben) çatışmalarımızla nasıl denge kurabilir? Çatışmaların varlığı insanın
nevrotik olduğunu göstermez. İstek, ilgi ve fikirlerimiz hayatın bir noktasında
çevremizdekilerin istek, ilgi ve fikirleri ile çatışacaktır. Ayrıca
çevremizdekilerle aramızda bu tür uyuşmazlıkların olması ne kadar doğalsa,
içimizdeki bir takım çatışmalar yaşamamız da o kadar doğaldır. Bir hayvanın
hareketlerini belirleyen büyük ölçüde güdüleridir. Çiftleşmesi, yavrusuna ilgi
göstermesi, besin araması, tehlike karşısında savunmaya geçmesi az ya da çok
önceden belirlenmiş ve kendi özgür iradesinin dışındadır. İnsan ise bundan
farklı olarak kendisi için bir ayrıcalık olduğu ölçüde bir yük bir sorumluluk
da olan seçim yapabilme ve karar alma kapasitesine sahiptir. Bizi başka yönlere
savuran arzular arasında seçim yapmak zorunda kalabiliriz. Sözgelimi hem yalnız
kalmayı hem bir arkadaşın yanında olmayı isteyebiliriz. Tıp okumak ama aynı
zamanda müzik eğitimi almak isteyebiliriz. Veya isteklerimizle
yükümlülüklerimiz birbiri ile çatışabilir. Başı dertte olan biri bizim ilgi ve
sevgimize ihtiyaç duyarken sevgilimizle olmayı isteyebiliriz. Bir yandan
diğerleri ile uyumlu olmayı arzularken öte yandan karşıt fikirler dile
getirmemiz gerektiğine inanabiliriz. Kısacası iki değer sistemi arasında
çatışma yaşayabiliriz. Mesela savaş sırasında tehlikeli bir işi kabul etmemiz gerektiğine
inanırken öte yandan da kendimizi ailemize karşı sorumlu hissedebiliriz. Bu tür
çatışmaların biçimi, yoğunluğu ve çapı büyük ölçüde içinde yaşadığımız
medeniyet tarafından belirlenmiştir. Eğer söz konusu medeniyet istikrarlı ve gelenekler
de yerleşikse kişinin seçim şansı sınırlı ve dolayısı ile ortaya çıkabilecek
muhtemel çatışmalar da kısıtlı olacaktır. Yine de bu durumda bile çatışmanın
olmadığını söyleyemeyiz. Bir konuda gösterdiğimiz bağlılık diğeri ile çatışabilir
ya da kişisel arzular grubunun yükümlülüklerine ters düşebilir. Ama eğer içinde
yaşadığınız medeniyet aynı çelişkili değerlerin ve farklı yaşam biçimlerinin bir
arada durduğu hızlı bir geçiş evresindeyse o zaman verilmesi gereken kararların
hem sayısı artacak hem de bu kararları vermek güçleşecektir. Bu durumda kişi
toplumun beklentilerine uyabilir ya da muhalif olmayı seçebilir. Başarıya
tapınabilir ya da onu küçümseyebilir. Çocukların katı bir disiplin ile
yetiştirilmeleri gerektiğine inanabilir ya da fazla müdahale etmeden
büyümelerini hoş görebilir. Kadın ve erkek için ayrı ahlaki standartlar
olduğuna inanabilir ya da ikisi için de aynı ölçütün uygulanması gerektiğini
savunabilir. Cinselliği mahrem bir ilişki gibi görebilir ya da onu tüm duygusal
bağlarından koparabilir. Bu liste böyle sürüp gidebilir. Kuşkusuz içinde
yaşadığımız toplumda insanlar bu tür seçimleri çok sık yapmak zorunda kalıyor. Dolayısı
ile bu konularda çatışmaların oldukça yaygın olmasını bekliyoruz. Ne var ki
şaşırtıcı olan şu, çoğu insan bu çatışmaların bilincinde dahi olmadığından hali
ile net bir karar vermeleri bunların çözümlenmeleri için yeterli olmuyor. Bu
kişiler çoğunlukla kendilerini hayatın akışına bırakıp rastgele sürükleniyor.
Nerde durduklarını bilmiyor. Bilinçsizce ödünler veriyor ve farkında bile olmadan
kendileri ile çelişiyorlar. Burada kastettiğim ne ortalama ne ideal yalnızca
nevrotik olmayan sıradan insandır. Öyleyse kişinin bu çelişkilerinin bilincinde
bir seçim yapabilmesi için bazı ön koşullar gerekir. Bunlar dört tanedir. Neyi
istediğimizi hatta daha da fazlası ne hissettiğimizin farkında olmalıyız.
Birini gerçekten seviyor muyuz yoksa yalnızca öyle olması gerektiği için
sevdiğimizi mi sanıyoruz? Annemizi ya da babamızı kaybetsek gerçekten üzülür
müyüz yoksa sadece üzülmüş gibi mi yaparız? Doktorluğu ya da avukatlığı
gerçekten istiyor muyuz yoksa bunları yalnızca saygın ve kazançlı meslekler
oldukları için mi cazip buluyoruz? Çocuklarımızın bağımsız ve mutlu olmalarını
sahiden istiyor muyuz yoksa bu sadece lafta mı geçerli? Birçoğumuz için böylesi
basit soruları cevaplandırmak güçtür. Çünkü gerçekte ne istediğimizi ya da ne
hissettiğimizi bilmeyiz. Sigmund Freud ve psikoanalitik
kişilik kuramında geçen İd, Ego, Süperego kavramları bize insanların neden
böyle davrandığını açıklıyor. İnsanın içinde yaşadığı güç, arzu, kontrol ve
özgürlük savaşını anlatan kişidir. Kişiliklerimiz de bu çatışan karakterlerin
bir ürünü. Zihnimizde dönen bir oyun gibi. Biz de bu çatışan zihinsel
kuvvetlerin ve yapıların bir ürünüyüz aslında. Freud’a göre biz zihnimizde
arzular ve bilinç arasında yaşanan bir dramın aktörleriyiz. Bu dramda ise üç
tane ana karakter var: İd, Ego, Süperego. Önce en temel en primitif, en ilkel
olan ile “İd” ile başlamak gerekirse; şunu düşünün, hepimiz o anda tatmin
edilmesi gereken bir dürtü, bir arzu, bir isteğin etkisine girmişizdir. Çok
beğendiğimiz o araba, o ev veya etkilendiğimiz o kişi. O anda, ama tam da o
anda bizim olsun istemişizdir. Değil mi? İşte Freud’a göre bu önlenemez arzular
zihnimizin derinlerine işlemiş, kişiliğimizin İd adı verilen bölümünden
geliyor. İçgüdüsel ve bilinçdışı şekilde çalışan bu mekanizma tüm
ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı karşılayarak ertelemeden tatmin olmamız için bizi
tetikler. Sosyal yasaklar, ahlaki normlar, gerçek yaşam, mantıklı düşünmeden
bağımsız bir şekilde. Hiçbir şey düşünmeden. İstisnasız herkesin içinde
taşıdığı en ilkel yapıtaşlarından biri. Kendinizi, çevrenizdekileri düşünün. En
sakin, en mantıklı, en ayakları yere basan kişiyi mesela. Hiç aklınıza
gelmeyecek insanların da, evet, içlerinde bu arzu yanardağı mevcut. Çizgi
filmlerde karakterlerin omuzlarında melek ve şeytan tasvir edilir ya işte İd o
şeytan. Veya alışveriş merkezlerinde istediği oyuncak alınmadığı için kendini
yerlere atan o çocuk var ya? İd’in etkisi altında bir birey görüyorsunuz o
anda. Çok da ayıplamayın. Freud’a göre bu istekleri tetikleyen de “libido”
adını verdiği bir olgu. Bildiğimiz anlamı dışında burada daha geniş bir tanım
yapıyor Freud. Tüm içgüdüler ve hayatta kalma içgüdüsünün kolektif bir enerjisi
olarak tanımlıyor libidoyu. Ve hepimiz doğduğumuzda bu İd ile doğuyoruz.
Kodlarımıza işlenmiştir. Ne olursa olsun yetiştiğiniz kültür, çevre, sosyal
veya ahlaki normlar, kurallar ona dokunamaz. Fakat bu noktada bir şey olur. Yani
elbette herkes istediği her şeyi, istediği zaman, istediği yerde elde etmek
ister. Bu mükemmel olurdu. Fakat bu mümkün mü? Değil. Suçlusu kim? Kişisel
dramımızdaki ikinci karakterimiz Ego. Bu karakterin en temel görevi ise çok
güçlü arzularla beslenen İd ile dış dünya ya da gerçeklik dediğimiz olgu
arasındaki dengeyi korumaktır. Yani şöyle diyebilir miyiz? Ego olmasaydı her
istediğimizi elde edebilir miydik? Ego’yu boş verelim o zaman. Aslında öyle
değil. Ego her ne kadar İd ile çatışma halinde görünse de aslında İd’i bir
şekilde mutlu etmeyi de bilir. Yani şöyle düşünün. İd bir futbolcu olsun.
Elbette bu futbolcu ne bileyim Barselona’da yüz milyonlarca dolarlık bir
sözleşme yapmak istiyor olabilir. Ego ise bu futbolcunun menajeri durumunda.
Arkadaşa şimdilik bu hedefini biraz küçültüp daha küçük bir takımla yetinmesi,
yoksa hepten işsiz kalacağını hatırlatır. Daha planlı olmasını, daha uzun
vadeli düşünmesi gerektiğini. Yani o çok güçlü duyguyu dönüştürerek daha
gerçekçi ve işe yarar planlara dönüştürmemizi sağlayan bir aracıdır Ego. İşi
zor yani egonun. Yerinde durmayan, içgüdülerinin esiri birini sürekli
sakinleştirmeye çalışır. Bu da yetmiyormuş gibi bir de onun başında da bir bela
vardır. Sürekli onu izleyen, işini doğru yaptığından emin olan bir denetçi güç.
Hikayemize çok sonradan katılan ama ipleri eline alan güçlü bir karakter.
Süperego. Her şeyi yargılayan ve düzeni sağlamaya çalışan yargıç. Ego İd ile görüşme
halindeyken ve gelecek “krizleri” ve “bana ne, ben bunu istiyorum” çığlıklarını
önlemeye çalışırken süperego sert bakışları ile egonun işini iyi yaptığına emin
olmaya çalışır. Güçlü olmasını, etkili olmasını, daha iyi olmasını ister.
Vicdan da diyebiliriz aslında süperego’ya. Çok sonradan genellikle ilk olarak
anne-babanın sözleri, verdiği cezalar veya övgüleri ile gelişir ve daha sonra
daha geniş anlamda sosyal normlar ve ahlak kuralları ile şekillenir. Büyüdükçe
bu yazılı olmayan standartları içselleştitiriz. Yalan söylediğimizde kötü
hissediyorsak veya vergi kaçırdığımızda hakkını yediğimiz insanları düşünmemiz
bundan kaynaklanır. Her zaman bu kadar pozitif çıkarımları da olmayabilir.
Aslında İd açısından doğru, Ego’nun da onayladığı, bizim için mantıklı olan bir
şeyi de Süperego önleyebilir. Ki bu noktada suçluları da düşünebiliriz. Ted
Bundy gibi serii katiller mesela bu suçları nasıl işliyorlar? Süperego’ları mı
yoktu? Suçlu hissetmiyorlar mıydı? Uygun bir süperego geliştirmelerini
sağlayacak bir çevrede mi büyümemişlerdi? Yoksa daha derinlerde yatan bir sorun
mu söz konusuydu? Orasını da ayrıca konuşacağız. Ancak toplamak gerekirse
emniyet şeridine hiç düşünmeden kendini atan Ahmet’in Ego veya Süperegosu
olmayan, istediği oyuncak alımayınca kendini yere atan çocuktan bir farkı
olmadığını, İd’inin etkisinde olan, ilkel biri olduğunu, arkadaşına vurmak
isteyen Sercan’ın Ego’su sayesinde içgüdüsünü daha fazla çalışmaya
yönlendirmesini ve kendi geleceğini düşünmesini, yakalanmayacağını bile bile
kopya çekmeyen Ayşe’nin sağlıklı bir Süperego geliştirdiğini bu olayları örnek
alarak söyleyebiliriz. Yani çok karmaşık bir iç dünyaya sahip olsak da birçok
konuda neden öyle davrandığımızı açıklayan olgular bunlar ve bunları
öğrendiğimizde kendi muhasebemizi yaparak, hiçbirini yok saymadan dikkatli bir
denge kurabiliriz. Bu sayede hem mantıklı, hem arzularını yok saymadan, hem de
mutlu bir yaşam sürebiliriz. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Antisosyal Kişilik Bozukluğu - 28/06/2022 |
Sosyopati ya da psikopati olarak da adlandırılan antisosyal kişilik bozukluğu genel anlamda diğer kişilerin haklarına karşı umursamazlık ve ihlal halidir. Çocukluk veya ilk ergenlik çağında başlayıp yetişkinlik çağında da devam eder. Hilekarlık ve |
Terk Edilme ve Ayrılık Korkusu - 24/06/2022 |
Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin’ e benzer aşıkların reddedilme ve terkedilme öyküleri mitolojde yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bütün hayatını sevgiliye adayan erkek ve kadın mitleri ile doludur masallar ve efsaneler. Analitik psikolojinin |
Göç’ün Psikolojisi ve Sosyolojisi - 21/06/2022 |
Uluslararası göç; bir ülkeden bir ülkeye belirli bir süre yaşamak için taşınmak olarak adlandırabiliriz. Göç konusunu sebeplerine göre ayıracak olursak eğer; 1) ekonomik göç yani iş için göç edenler: Eskiden Avrupa mavi yakalı göçmen ararken |
Bağlanma türleri ve insan ilişkilerine etkisi - 17/06/2022 |
Bağlanma; çocukların küçük yaşta anne veya bakım veren diğer kişi ile kurduğu bağdır. Bebekler küçük yaşlarda bakım veren kişinin ya da annenin her zaman ihtiyaçlarına cevap verebileceğini, güvenli olarak bir psikolojik yapı geliştirdiklerinde onlar |
Bağlanma türleri ve insan ilişkilerine etkisi - 17/06/2022 |
Bağlanma; çocukların küçük yaşta anne veya bakım veren diğer kişi ile kurduğu bağdır. Bebekler küçük yaşlarda bakım veren kişinin ya da annenin her zaman ihtiyaçlarına cevap verebileceğini, güvenli olarak bir psikolojik yapı geliştirdiklerinde onlar |
Çocuklarda davranış bozuklukları ve çalma davranışı - 14/06/2022 |
Bir davranışı problem olarak değerlendirmenin belli objektif ölçüleri vardır. Davranışın değerlendirilmesi sırasında |
Kardeşler arası yaş farkı ne kadar olmalıdır? - 07/06/2022 |
En sık sorulan sorulardan biri ne zaman ikinci çocuğu yapmalıyım? Kardeşler arası yaş farkı ideali kaç olmalıdır? Bu yazımda bunlara detaylıca değineceğim. Yaş farkına karar verirken değerlendirilecek konular; anne baba, anne baba ilişkisi, çocuğu |
Çocuklarda konuşma geriliği, konuşma gecikmesi - 03/06/2022 |
Konuşma bir öğrenme ve iletişim biçimidir. Bebekler etrafındaki olayları gözlemleyerek, cisimlerin isimlerini duyarak zamanla konuşmaya başlarlar. Çocuk beyni ilk üç yaş içerisinde öğrenme ve taklit etmeye çok açıktır. Çok kolay öğrenir ve taklit e |
Çocuklara “Hayır”ı Öğretmek, Çocuklara Hayır Diyebilmek - 31/05/2022 |
Ne zaman çocuklara “hayır” diyoruz? Ne zaman “dur” diyoruz? Acaba bu hayır’lar bizim hayır’larımız mı yoksa olması gereken hayır’lar mı? Çocukların cezalandırılmaları ile ilgili süreçlerde bazen hayır diyerek, ses tonumuzu da arttırarak yapmaması g |
Devamı |